MURAT ERTEL, RÖPORTAJ

Bir “kent-âşığı”: BaBa ZuLa’nın Murat Ertel’i

baba_zula_ma12_bsoula_9BaBa ZuLa, Türkiye müziğinin hâli hazırda en özgün ve başarılı gruplarından biri. Nazarımızda onlar Türkiye’nin tek kent-âşıkları. Anadolu’nun müziğini şehirde ama taşralı çalanların aksine, onlar, şehirde ve şehirli çalmaya başardılar. Abdülcanbaz’ı anlattılar, İstanbul Çocukları’nın hikayesini söylediler. Bu nedenle BaBa ZuLa, bir kısırlık içinde kıvranmanın ama Amerikanlaşmamış (yada İngilizleşmemiş) reddidir. Enteresan denebilecek duruşları ve deneyselliklerine rağmen oldukça da sevildiler, çünkü hiç bir zaman ‘kendileri çalıp kendileri oynamadılar’ ve insanın yüreğine dokunmayı bildiler. Hani, çirkinleşmiş müzik piyasasında bir rengârenk bir direnç çiçeği gibi dikildiler desek, herhalde doğru söylemiş oluruz. Bütün bunlar sebebiyle, BaBa ZuLa da bir yerde bir ‘arka mahalle orkestrası’ sayılır.

Ben (yani Onur Bayrakçeken -Rafet sağ olsun röportajı çözdü, ben de metni yazayım dedim) BaBa ZuLa’yı küçüklükten beri dinlememin de etkisiyle olacak, bu söyleşiyi gerçekleştirmeyi çok istiyordum. Üstelik BaBa ZuLa’nın her elemanı, ama en çok da sazı ve sesiyle Murat Ertel, kent-âşıklığının vücut bulmuş haliydi. Söyleşi fikri Rafet’in de aklı yatınca, Murat Ertel Abi’ye ulaştık. Kendisi de bizi kırmadı ve çok ilgili ve samimi yaklaştı. Boğaziçi Üniversitesi’nde söyleşmek için sözleştik (Murat Ertel Abi’nin eski, benim mevcut okulum olduğunu düşünürsek Rafet’i ağırladık diyebiliriz). Söyleşiyi yapacağımız akşam yağmur çiseliyordu, olsun dedik, Manzara’da bir banka oturduk. Biz sorduk, Murat Ertel cevapladı. Sonuçta çok keyif aldığımız bir sohbet oldu. Umuyoruz siz de keyifle okursunuz.

Sorular: Onur Bayrakçeken & Rafet B. Eryılmaz

fotoğraf(2)Klasik bir “BaBa ZuLa nasıl başladı?” sorusu sormayacağım,zaten artık herkes biliyor. 1996 yılında Derviş Zaim’in Tabutta Rövaşata filmine müzik yapmak için kuruyorsunuz grubu. Peki, bu Tabutta Rövaşata projesine girdiğiniz zaman, aklınızda gelecek için ne vardı? Yani o günkü hayaliniz, BaBa ZuLa fikriniz, şimdikiyle örtüşüyor mu?
Yani temelde örtüşüyor. Zaten Tabutta Rövaşata, BaBa ZuLa’nın kurulmasına sebep olan projedir ama o zaman Derviş Zaim aslında Zen grubuna getirdi bu teklifi. Ama Zen’dekiler filmi beğenmediler, filmi beğenen üç kişi olarak biz de “Film güzel, yapmalıyız bunu. Zen olarak yapamayacaksak, başka bir grup olarak yapalım,” dedik ve yapmaya başladık. İsmimiz yokken yapmaya başladık.

İsim nereden geldi?
İsim benden çıktı. Onun da hikâyesi uzundur… 1978 yazında Marmara Adası’na gitmiştik ve orada bir tabela vardı. BaBa ZuLa yazıyordu üzerinde. “A, bu neymiş?” falan demiştik. Sonra vapurda dönerken, o BaBa ZuLa’yı kuran iki arkadaşla tanıştık. Onlar 78 yazında burayı açmışlar ve bir iki ay içinde de batmışlar (gülüşmeler). Meyhane gibi bir yer burası. Onlardan önce Pire Emin diye birisi varmış, bu Pire Emin’in de Zula diye bir mağarası varmış. Rumlar’dan kalan şarap fıçılarını koymuş o mağaraya. İnsanlar da bu mağaranın içinde felsefe tartışarak şarap içiyorlarmış. Zamanla çok meşhur olmuş Marmara Adası’ndaki bu mekan. Hatta bu Zula Mağarası, Kanlıdeniz diye bir film var, orada görünüyor. Ben izlemedim filmi ama… Neyse işte, bu iki arkadaş, Cem ve İsmail, “Bir yer açalım, Zula olsun adı,” demişler ama sonra “Ulan, Pire Emin Abi’ye ayıp olur” diye düşünüp adını BaBa ZuLa koymaya karar vermişler. Güzel de bir yer, ama boş hep. Mesela bir müşteri bir şey istiyor, bakkaldan alıp getiriyor… Dalıp midye çıkarıyorlar falan (gülüşmeler). Böyle bir mantık içinde… Orada da tabii partiler yapıyorlar, içiyorlar ediyorlar, derken batıyorlar. İşte biz vapurda bu iki arkadaşa rastladık. Dedik, “Ne güzel isim,” falan. Onlar da “E kullanın, yaşatın” dediler, öyle bir muhabbet oldu. Biz o dönemler gitar çalıyorduk tabii ve Cem bize orada bir şarkı söyledi, ben bare akor basmayı da o zaman öğrendim. Sözlerini bugün bile hatırlarım. Şöyleydi (yan banktakilere ayıp olmasın diye biraz yaklaşıyor, sesini alçaltıyor): “İç şarabı, s*k Arap’ı / içemezsen şarabı, Arap s*ker ananı!” (Haliyle kahkahalar). Öyle bir şarkıydı… E genciz tabii, çok sevdik o şarkıyı, hep çalıyorduk. Neyse işte, öyle bir muhabbetti.

Şimdi çalmıyorsunuz tabii…
Yok yani Cem’e ait bir şeydi o, daha doğrusu öyle aralarında bir geyikti. Ama bestesi vardı yani. Cem sonra İsveç’te İleri Müzik Akademisi’nde Türk Musikisi ve Armanizasyon Bölümü’nde hoca olmuş. Öyle de enteresan bir şey… Meşhur Rauf Yekta Bey vardır. Türk Musikisi’nin ilk teorisyenlerinden biridir. Onun torunuymuş meğer. Neyse uzatmayalım daha fazla, BaBa ZuLa ismi de aklımda oradan kalmış. BaBa ZuLa koyduk grubun adını. Zen grubuyla zaten bazı sorunlarımız vardı. O sorunlarda çözemediğimiz ne varsa ben BaBa ZuLa’da gerçekleştirdim. Mesela benim saz çalmam sorun yaratıyordu. Onlar gitar istiyorlardı. Ben doğaçlama yapalım ama makamsal ve ritimsel olarak da bu coğrafyayla bağlantılı olsun istiyordum. Yine oradan da sorun çıkıyordu. Funk çalarsak, psychedelic çalarsak illa böyle mi olacak diyorlardı. Böyle tartışmalar başlamıştı. Ben de sinirleniyordum, çünkü bir fikir ortaya atınca bunun gerçekleşmesine alışıktım. Biraz şımarıktım o konuda. O yüzden BaBa ZuLa’da hemen bu fikirleri gerçekleştirdik. Sonuç olarak BaBa ZuLa’nın özünde şuanki hali vardı. Yani bir trio fikri vardı hep. Bu trio’da bir sazcı, bir darbukacı, bir elektronikçiden oluşur. Konuklar gelir gider. Mesela ilk albümde Tuncel Kurtiz konuk olarak vardı, genç yaşta kaybettiğimiz Ayşen Aydemir vardı, Ahmet Uğurlu vardı. Yani biz BaBa ZuLa’da, coğrafi bağlantısı olan, geçmişe bağlı, ama aynı zamanda dünyaya da açık olan ve doğaçlamaya yer veren biz müzik yapıyorduk. Hâlâ da öyle yapıyoruz.

Ben Baba Zula’yı hep “şehirli âşıklar”, “kent âşıkları” olarak gördüm. Yani taşralı olsanız “Böyle parsel parsel eylemişler dünyayı” diye girecekmiş gibisiniz ama taşralı olmamışsınız ve “Bazısı bali tiner çeker, kimisi yalnız çikolata yer” demişsiniz. Fakat şehirde yaşayıp, büyüyüp dağ, kır, bayır türküleri de söylemiyorsunuz. Hiç yapmacıklık yok müziğinizde, aksine, müthiş bir sentez var. Zen’den ayrılıp BaBa ZuLa’yı kurma sebebiniz de bu diyebiliriz o zaman herhalde?
Öncelikle bu çok güzel bir iltifattır benim için, teşekkürler. Evet, aynen öyle. Dediğin gibi dürüstlük de çok önemli. Çünkü herkesin güçlü olduğu bir şey var. Biri bir bilgisayar oyununu, öbürü diğerini oynar. Eric Clapton, “Gençken çok tıfıl bir heriftim, kızları öyle etkilememe imkân yoktu, ben de gitar çaldım.” diyor mesela. Yani iyi yaptığın bir şeyi ortaya koyacaksın.fotoğraf(1)

Size yabancılar da bayılıyorlar. Türkiye’deki Erasmus öğrencileri falan da çok seviyor sizi. Sentezdeki bu başarınızın ve dürüstlüğünüzün, doğallığınızın bunda etkisi var herhalde. Ama Batılılar’da Doğu’ya karşı değişik bir bakış vardır, genelde biz onları oyun havalarıyla falan yakalarız. Sizde durum farklı gibi geliyor bana. Doğu’nun daima ilgi çekici olan gizeminin yanında deneyselliğiniz de çok etkiliyor onları. Doğu ile Batı arasında bir köprü olma klişesine girmeyeceğim yani, ama sizin ayaklarınız bu topraklara basarken başka yerlere de uzanabiliyorsunuz. Üstelik bunu yüzeysel yapmıyorsunuz. Mesela elektro-bağlama çalış stiliniz bile çok farklı. Bunda ailenizin etkisi de var mı? Babanız Mengü Ertel, dayılarınız İlhan ve Turhan Selçuk… Dünyaya açık oluşunuzda ve hayatınızda onların katkısı nedir?
Ailemden gördüğüm şey oydu benim. Memleket sorunlarıyla ve kültürüyle çok ilişkili insanlardı ve burada yaşamanın kıymetini çok iyi biliyorlardı. Hem buradan, hem de bütün dünyadan etkileniyorlardı. Mesela dünya müziği diye bir kavram yokken dünya müziği dinliyorlarmış o zaman. Âşıkların kendileri gidip geliyorlardı eve, işte Âşık İhsani falan. Dayılarımın kankalarıydı onlar. Kitaplarının, 45’liklerinin kapaklarını Turhan dayım çiziyordu. Bir başkasının kitabına İlhan dayım önsöz yazıyordu. Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Uğur Mumcu, Turgut Uyar… Hepsiyle can ciğer dostlardı. Yani Türkiye’nin sanat ve edebiyat çevresiyle büyüdüm ve bu insanlar hem kendi kültürlerinin, hem de dünya kültürünün farkındaydılar. Dünya kültürünün de yalnızca Amerikan ya da İngiliz kültürü olmadığını biliyorlardı. Ama bizim evimizde Bob Dylan da çalınırdı yani, ki babam İngilizce bilmemesine rağmen acayip severdi. “Niye?” diyordum mesela, “Sesinde bir şey buluyorum.” diyordu.

Şiirde de var bu aslında biraz. Ben mesela İspanyolca bilmem ama bazı İspanyolca şiirler kulağa çok hoş geliyor. Tabii müzikte daha belirgin çünkü ritm ve melodiyle alakalı herhalde.
E tabii. Yani mesela bana İngilizce bilmeyen birinin Bob Dylan sevmesi çok zor geliyor, çünkü müzik olarak pek zengin değil. Onu Bob Dylan yapan aslında söyledikleri. Bizim yaptığımız enstrümantal müzik bu yönde ayrışıyor. Ama değiştirmek istiyoruz. Sözlü müziğe daha fazla ağırlık vermek istiyoruz.

Peki bu durumda dünyada tüketim çılgınlığının zirve yapmasının etkisi var mı? Sözlü müzik yapmak sadece piyasa işi yapmak demek midir? Çünkü insanlar çıkan şarkıları ezberleyip, söyleyip, tüketmek istiyorlar…
Endüstrileşen müzikte bazı formüller var. Biz de bu formüllerin olabildiğince dışına çıkmak baba-zulazaferistiyoruz. Ama her parçada bunu yapmaya gerek yok. Çok fazla etiketlenmek istemiyoruz. “Bunlar mahallenin delisi, aykırı tipler. Onlar da orada takılsın işte” dedirtmemek lazım. O da var tabii ki yaptığımız işte ama bir yandan da hiçbir ana-babayı korkutmayacak hallerimiz de oluyor. Mesela Bir Sana Bir de Bana adlı şarkıyı herkes seviyor. Bir keresinde twitter’da arama yaptığımda birinin “Baba Zula’yı seversem s*ksinler beni” yazmış. Ben de adamın bu söylediğini favoriye aldım. Sonra gıcık oldu bana, “Sapık mısın kardeşim sen?” diye cevap verdi. Ben de hoşuma gittiğini söyledim ve Bir Sana Bir de Bana’yı gönderdim. “Aa, bu Düş Sokağı Sakinleri’nin parçası değil mi?” dedi. “Yoksa sevdiniz mi?” diye cevap verdim (gülüşmeler). Şu anda “Tamam, deneysel şeyler yapalım ama sözlü çalışmaları da biraz artıralım. Daha çok insana hitap etmeli, daha güçlü olmalıyız” diyerek hareket ediyoruz.

Toplumda politikleşmenin artması da sözlü müziğe ağırlık vermenizde etkili olmuştur herhalde…
Elbette. Daha rahat mesaj verebiliyoruz böylece. İnsanların asgari bir takım şeylerde birleşerek, ortak hareket etmesi gerekiyor. Mesela kadın hakları, cinsel ayrımcılık veya kıyafet özgürlüğü gibi temel şeyler etrafında birleştikten sonra tartışmaların yürümesi gerekiyor. Biz de bu mesajı daha rahat iletmek için bazı formülleri uyguladığımız şarkılar yaptık. Yeni albümde böyle bir şarkı olacak. Sözle bunu yapmak çok daha kolay oluyor. Gezi olaylarını bir kadın ile bir erkeğin ilişkisi üzerinden anlatıyoruz o şarkıda. İlk okuyuşta bir aşk hikayesi gibi görünüyor ama Zula’dan görünenler çok daha farklı oluyor.

babazula final printÇağdaş sanatta disiplinlerarası ilişki artmış durumda. Mesela geçen hafta Hitchcock’un bir filmi eşliğinde müzik yaptınız. Gelecekte de böyle çalışmalarınızı görecek miyiz?
Tabii ki. Bize sürekli “Artık filmlere müzik yapmıyor musunuz?” diye soruyorlar. E yaptık işte! Öyle değilmiş ama uzun metrajlıymış. Kısa metraj da, sessiz filmler de sinema sanatının içindedir. Bunu görmek lazım. Sessiz filmlere de, kısa metrajlara da müzik yapmaya devam edeceğiz. Sinemayla hiç kopmayı düşünmüyoruz. Ben disiplinlerarası ilişki kurmayı babamdan öğrendim. Çünkü o grafik sanatıyla ilgili yaptıklarından dolayı kendi meslektaşları tarafından dışlandı; kurduğu, başkanlığını yaptığı meslek birliklerinden istifa etti. “Bu grafik değil, resim bunlar!” diyerek çalışmalarını kalıba sokmaya çalışma soktular. Onun kuşağından insanlar hâlâ bir afişin afiş olması  için ısmarlanması gerektiğini söylüyorlar. Ama bir sanatçının canı afiş yapmak istiyorsa yapar. Babam oynanmayacak oyunlar için afişler yaptı. Tiyatro grubu yok, kimse ondan istemiyor ama dünyanın bir yerinde yazılmış bir oyunu alıp okuyor, heyecanlanıyor ve afiş yapıyor. Bu afişi gören illa o oyuna gitmek zorunda değil. Belki olmayan bir oyuna onu çağırıyor. Ama o oyunu belki birileri okuyacak, sahnelemek isteyecek. Nitekim öyle de oldu. Ölümünden sonra oyun sahnelendi ve bizden o afiş istendi. Yani o, bütün disiplinleri birbirine karıştırıyordu. Sonucunda da iyi şeyler çıkıyordu. Ben de ondan öğrendim bunları.

Şiirle müzik arasında çok sıkı bağ var. Siz de Babasız Kızlar Balosu’nda Perihan Mağden’in bir dizesini kullanmıştınız…
Babamdan öğrendiğim bir şey de şiirin bütün sanatların temelinde yer aldığıydı. Bir sanat eserinin iyi kabul edilebilmesi için şiirselliğe sahip olması gerektiğini söylerdi.

Müziğin sözlü olmasa da insanda imgeler uyandırması gerektiğini düşünüyor musunuz?
Böyle şeyler söyleniyor. Notaların renginden, müziği görmek gibi şeylerden bahsediliyor. Bana göre müzik, sanatların en mistiği. Hâlâ çözülememiş bir şey. Nereye gittiğini, nasıl yapıldığını hâlâ düşünüyorum. Müzik yapıyorsun ama o nereye gidiyor? Onu birileri alıp ileriye götürüyor. Ama bence bazen bir görsellik var, bazen de yok. Bunun üstüne devamlı düşünüyorum, devamlı bir şeyler öğreniyorum. Küçük ayrıntılar, teknik bilgiler sürekli size bir şeyler öğretiyor.

Bir şiir dinletisi esnasında müzik yapmak gibi bir projeniz var mı?
Natama Dergisi’ne ara ara yazıyorum. Oraya sesli bir dergi yapma projemiz var. Çatı olarak bir Natama sayısı çıkacak ama sesli olacak. Kayıtlı bir şey olacak. Şiir de orada mutlaka yer alacak. Zaten tarihten önce bile var olan bir şey. Şiir bir anlamda da tarihi taşıma işlevi görüyor. Kızılderililer veya Aborjinler sanıyorum, şiiri yanlış okuyanı uyarıyorlarmış, “Bize yanlış bilgi verme” diyerek.

Madem Kızılderililer dedik, sahnedeyken giydiğiniz kıyafetler etnik unsurlar taşıyor. Farklı kıyafetler. Mesela Cemal Süreya denince sigara içtiği fotoğraf gelir, Zeki Müren denince abartılı kıyafetler gelir… Bunun seyirciye saygı, bir BaBa ZuLa kimliği olduğunu düşünüyor musunuz? Bunu isteyerek mi yapıyorsunuz yoksa kendiliğinden mi oluyor?
Zen zamanlarında bize “Bu adamlar hedonist” demişlerdi. Ben de sözlüğe bakıp, anlamını öğrenince hoşuma gitmişti. Yaptıktan sonra öğrenme durumu var. Bize zevkli gelen, hoşumuza giden şeyleri yapıyoruz. Mesela David Bowie’nin giydikleri çok hoşuma gitmiştir. Kıyafetleri müziğini daha da ileriye taşıyan şeylerdir. Zeki Müren de öyle mesela. Safiye Ayla’yı şarkıcı olarak daha çok sevsem de sanatçı olarak Zeki Müren daha iyidir. Çünkü müziğin ötesinde bir şeyler var orada. Böylece bir karakter yaratıyorsun. Mesela ben başka bir sürü konserde öyle giyinmiyorum. Çünkü o BaBa ZuLa’ya, o kimliğe ait bir şey. Hitchcock’u yaparken de öyle giyinmedik. Çünkü o zaman coğrafi bir bağ kurmadık yaptığımız müzikle. Bunun bir sürü yönü var. Açıklayıcı, insanlara mesaj verici bir yönü var. O simgelerin getirdiği şeyler de hoşumuza gidiyor.1280px-Baba_Zula_TFF_01

Türkiye’deki tekdüzeliği aşabilen çok az sanatçı var. 2000 sonrasında ortaya çıkan şairler, müzik grupları, yazarlar çok iyi başlayıp sonradan aynılaşıyorlar. Ayakları da bu coğrafyaya sağlam basmıyor. Gözleri sürekli Batı’da. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bazı müzisyenler ya tamamen buraya takılı kalıyor ya da burayla hiç ilişki kurmadan ilerlemeye çalışıyorlar. Bu kötü bir durum doğuruyor. Virtüözlüğe takılıp, müziğin cimnastik yönüne hapsoluyorlar. Üç takla atıp, kafanın üstünde durmaya odaklanıyorlar. Ama böyle olmuyor. Bazı insanlar bunu seviyorlar, “Ne şahane, Amerikalı gibi çaldın” diyorlar.

Mesela Yavuz Çetin buna örnek olabilir. Bazı arkadaşlar kızabilir gerçi ama ABD’de sıradan bir blues barında onun yaptığı müziği yapan birini bulabilirsiniz. Belki ömrü yetseydi o da bu durumu değiştirmeye çalışacaktı…
Aynı görüşteyim. Yavuz, çok yetenekli bir gitaristti ama yaptığı müzik iyi değildi. Ben tam bunu ona söylemeye, yavaştan dile getirmeye başlamışken de aramızdan ayrıldı. Belki de çok iyi sonuçlar doğuracaktı.

babazula22332Önünüzde hangi projeler var? BaBa ZuLa’nın değişimi söz konusu mu? Eleman giriş-çıkışı olacak mı?
Ben böyle bir şey istiyorum. Ud çalan Yunan bir arkadaş vardı. Bizimle birkaç defa çaldı. Sonra araya başka şeyler girince ayrıldı. Keşke devam etseydi. Elektro ud da çok ilginç bir enstrüman. Sanırım o da bizdeki elektro bağlamadan etkilenmişti. Çünkü bir rock gitaristi ve rebetiko gruplarında akustik ud çalan bir müzisyenmiş. Sonrasında BaBa ZuLa’yı sevip, elektro ud fikrinin peşinden gitmiş. Bizimle yazıştıktan sonra da birlikte takılmaya başladık. Ama mali koşullar bizi zorladı, ayrılmak zorunda kaldık. Aralık’ın sonuna doğru Yunanistan’a gideceğiz. Orada onunla çalacağız. Ud çalan birine ihtiyacımız var aslında. Çünkü bas sesleri de verebilen bir enstrüman kullanmayı seviyorum.

Proje anlamında da bir plak çıkarmamız gerekiyor. Çok yeni pop şarkıcılarının bile plağı var. Bizim olmaması ayıp. Tabii Güneydoğu ağırlıklı bir konser programımız da olacak. Niğde, Adana, Şanlıurfa, Gaziantep, Mardin’de çalmayı planlıyoruz.

Onun dışında sanırım albüm yapmak zorunda kalacağız. O kadar özenip, yapıyorsun, yayınlandığı gün korsanı çıkıyor. Masrafını çıkaracak kadar satıyorsun ama canın sıkılıyor böyle olduğunu görünce. Şimdi 45’lik mantığıyla gidelim diyoruz. Bir-iki parça yapıp salalım, sonrasında albümde onları toplayalım diyoruz. Ama yapabilecek miyiz bilmiyorum.
Ayrıca farklı ülkelerden değişik teklifler var. Hindistan’da bir konser plağı yayınlanmasını bekliyoruz. Yunanistan’dan da plak teklifi var. Japonya’dan albüm yapma projesi var. Umarım bunlar da olur.

Çok teşekkür ediyoruz abi, güzel bir sohbet oldu.
Ben teşekkür ederim.

Standart

Yorum bırakın